Murat Ülker’in yazısı şöyle:
“Ertuğrul Sevsay’ın kaleme aldığı‘Türk Tangosunun Kurucusu Necip Celal Andel Sanatı-Hayatı-Yaşadığı İstanbul’ isimli kitap bugünkü konumuz. Yani bugün konumuz müzik.
‘Necip Celal sadece değerli bir besteci ve Türk tango sanatının öncüsü olarak görülmemelidir. Doğumundan beri var olan çeşitli göz rahatsızlıkları onu yirmili yaşlarında görme hassasından tamamen mahrum bırakmıştır. Çoğu kişi için tartışmasız en önemli duyu olan görme yeteneğini kaybetmesine rağmen hayata küsmemiş, hayranlık uyandıracak bir biçimde, çevresindeki insanlar gibi alışılagelmiş bir hayat sürebilmiştir. Yarım asrı bile bulmayan ömrü engelli kişilere örnek olacak niteliktedir. ‘Eski İstanbul Beyefendilerine’ bir örnek ve aynı zamanda modern Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini atan ve hızla ilerlemesinde büyük payı olan insanlarımızdan biridir.
Batı dünyasının çok sesli müziğine olduğu kadar Türk müziğine de çok meraklı olan bestecimiz en çok tangolarıyla tanınır. Onun tangoları, Cumhuriyetimizin müziğidir. Tango, Türkiye’de çok sesli müziğin halk tarafından benimsenmiş ilk örneğidir.’
Yukardaki satırlar ile kitabına başlayan yazarımız Prof. Dr. Ertuğrul Sevsay, Viyana Müzik ve Sahne Sanatları Üniversitesi Kompozisyon, Orkestra Şefliği ve Tonmayster Bilim Dalları öğretim üyesi.
Bu mümtaz şahsiyetin, Necip Celal Andel’in, ömrünün son yılları benim İstanbul’da yaşadığım çocukluk yıllarıma denk geliyor; hatıralarımdan pasajlar paylaştım ben de sizinle…‘Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik Kalamış’tan’ dedim.
Mehmet Özdoğan, Ertuğrul Sevsay’ın ‘Türk Tangosunun Kurucusu Necip Celal Andel Sanatı-Hayatı-Yaşadığı İstanbul’ isimli eserinin girişinde şöyle anlatıyor: Necip Celal, ‘Mazi’, ‘Suna’ gibi tangolarıyla döneme damgasını vurmuş, onun ‘kemanımla ona bir ses verebilseydim eğer…’ tınıları İstanbul sokaklarını uzun süre çınlatmıştır.’
Bizim çocukluğumuzda tangoların İstanbul eğlencelerinde yer alması ve TRT’de yayınlanması, geniş halk kitleleri tarafından tanınmasına sebep olmuştur.
Batılılaşma süreciyle birlikte özgün kimlik yaratma çabasının yaşandığı Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında Necip Celal’in, Batı’nın müzik anlayışını Türk toplumunun beğenisiyle bütünleştirmeyi başarması bir rastlantı değil, ailesinin köklü kültürel yapısının bir yansımasıdır. Özgün ve aranje besteler ve bilhassa yerli ve gönül tellerimize hitabeden güfteleri ile halka mal olmuştur.
Antel ailesi, Erken Cumhuriyet Dönemi için olduğu kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun da kültürel yaşantısı ve bürokratik yapılanmasına damgasını vurmuş, farklı alanlarda öne çıkmış bir ailedir. Necip Celal’in Mehmet Celalettin Bey’den gelen baba tarafı daha çok bürokrat ve eğitimci, annesi Emine Hanım kolu ise asker ağırlıklı olarak tanımlanabilir.
Mehmet Celalettin Bey (1865-1927)’in ailesi, Hamamizade lakabıyla tanınmaktadır; bestekar Dede Efendi ile akraba oldukları biliniyor. 1934 yılında Soyadı Yasası çıktığında ailenin büyükleri toplanmış, tartışmalarla geçen uzun bir süreçten sonra soyadı olarak ‘Antel’de karar kılınmış. Ailenin lakabı olan ‘Hamamizade’nin hamamcılık gibi bir meslekle bağlantılı geçmişi çağrıştırması karşı çıkışların temelini oluşturmuş. ‘Modernizmi’ yansıtan, eski dil değil, Türkçe vurgulu; bunun yanı sıra yabancıların okuma ve söylemekte güçlük çekeceği ‘g’ gibi harflerin olmadığı bir soyadı bulmak için aile dostu Yahya Kemal Beyatlı’dan yardım istenmiş, o da ‘memlekete ant içen’ anlamına gelen ‘Andel’ önerisini getirmiş. Son noktada bu öneri, söylenme kolaylığı nedeniyle değiştirilerek ailenin soyadı ‘Antel’ olarak belirlenmiş. Komünist olarak isim yapan kuzeni Sadrettin Celal Antel ile aynı soyadını taşımaktan rahatsız olan muhafazakar eğilimli Necip Celal, kendi soyadını ‘Andel’ olarak kullanmaya karar vermiştir.
Sadrettin Celal Antel (1890-1954), 1909 yılında Osmanlı Hükümeti’nin yurtdışı eğitim bursuyla Fransa’ya gitmiş, École normale supérieure de Saint Cloude’dan mezun olduktan sonra Sorbonne Üniversitesi’nde Durkheim’in derslerine katılmıştır. Sadrettin Celal ‘Marksist Siyaset ile Durkheimci Pedagoji Arasında Bir Türk Aydını’ olarak tanımlanır. Sadrettin Celal’in İsviçre’de Komünist Partisi’ne üye olduğu bilinir.
Türkiye’de 1919’da Türkiye Sosyalist Fıkrası’nın kuruluşunda etkin olduktan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun son Meclis-i Mebusan seçimine partinin adayı olarak katılmış, ancak çok az oy alabilmiş. Bu arada Kurtuluş ve ardından Aydınlık dergilerini yayımlamaya başlamış. 1 Mayıs 1925 tarihinde 7 yıl hapse mahkûm oluncaya kadar Aydınlık dergisinin genel yayın müdürlüğünü sürdürmüş. 29 Ekim 1926 tarihinde bütün siyasi mahkûmlara çıkan aftan yararlanmış. Aşırı solcu kimliğinin bilinmesine ve bu nedenle sık hapse girmesine karşın, 1936 üniversite reformunda Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Pedagoji kürsüsü kurmak üzere Sadrettin Celal’i görevlendirmiş.
1949 yılında Türkçülüğün başını çeken bazı yazarlar ve özellikle Nihal Adsız, sürekli Sadrettin Celal’i hedef göstermiş, aleyhinde yazılar yazmış. Tan gazetesi olayları sırasında öğrenciler odasının tahrip edilmesi ve sürekli olarak Ankara’daki üst makamlara yazdığı mektuplar, Sadrettin Celâl’in üniversitedeki görevine son verilerek bakanlık emrine alınmasına sebep olmuş.
Sadrettin Celal’in verdiği yoğun hukuk mücadelesiyle görevine geri döndüğü anlaşılıyor. Kütüphanesi Edebiyat Fakültesi’ne bağışlanmış, Sadrettin Celal Antel kitaplığı olarak ayrı bir mekanda kullanıcıların hizmetinde imiş. Ama sonra bilinmeyen bir nedenle yok olmuş; üniversitedeki amfilerden birine adı verilmişse de, son yıllarda bu plaka da kaldırılmış.
Sadrettin Celal’in Türk eğitim tarihine en önemli katkılarının başında, Hasan Ali Yücel ile birlikte Köy Enstitüleri’nin kuruluşuna katkısı ve özellikle eğitim müfredatının belirlenmesi için yaptığı çalışmalar gelir. Köy Enstitüleri’nde okutulan temel ders kitaplarının hemen hepsi Sadrettin Celal Antel tarafından kaleme alınmış. Bir anlamda 1940 kuşağı Sadrettin Celal’in eğitim sistemiyle büyümüş. Sadrettin Celal Antel siyasi kimliğini geri plana alıp akademik planını öne çıkarttığı yaşamı süresinde ülkenin politik ve entelektüel ortamıyla daha fazla kaynaşmış, farklı görüşlere sahip aydınlarla da ilişkilerini değişik ortamlarda canlı tutmuş. Ne kadar ilginç değil mi, devlete karşı olmasına rağmen tescilli bir komüniste sağlanan imkanlar ve milletin kültürüne etkileri!
Antel ailesi İstanbul’da esas olarak Sultanahmet’te kök salmış. Dede Efendi evinin az ilerisinde Mehmet Celalettin Bey’e ait evler varmış. Emine Hanım’ın kardeşi Ahmet Afif Paşa’nın konağı bugün Mozaik Müzesi’nin olduğu yerde, Büyük Saray olarak da bilinen Bizans Saray yıkıntılarının tümünü kaplayan alandaymış. Ailenin gerek Hamamizade, gerek Ahmet Afif Paşa kolu Sultanahmet bölgesini mesken edinmiş.
1920’li yıllarda İstanbul’a göç eden Hacı İslam (Devlet) Efendi Ailesi yani bizim ailemiz de Sultanahmet, Akbıyık’a yerleşmiş. Hatta amcam ve babam evlendiklerinde üç aile aynı daireyi paylaşmak zorunda kalmışlar.
Suadiye 20. yüzyıl başlarında bomboş, hatta pek de tekin olmayan bir yerdi. Genelde yabancıların sahip oldukları tek tük köşklerden başka bir yerleşim alanı yoktu. Necip Celal ve ailesinin oturduğu köşk çok geniş bir arazinin içindeymiş. Küçük Necip Celal bu köşkün bahçesi içinde fantezi dünyasını geliştirmiş. İleriki yıllarda görme duyusunu yitirince, çocukluk yıllarında geliştirdiği sosyal çevresi ve kolaylıkla arkadaş edinebilme yeteneği, onu hayata bağlayan iki faktörden biri olmuş, çevresi hiçbir zaman boş kalmamış.
Benim çocukluğumu yaşadığım 60lı yıllarda bile Anadolu Yakası hala mamur değildi. İki yaka arasındaki ulaşım ‘arabalı’ vapurlarla sağlanmaktaydı. Bilhassa hafta sonları 6 saate varan vapur bekleme süreleri olurdu. Eğer karşıdan karşıya arabasız geçerseniz, motorlardan ve şehir hatları vapurlarından istifade mümkündü. Ama ne yazık ki gelişmiş kitlesel ulaşım ağı yoktu. Sokaklar trafik açısından o kadar tenhaydı ki akşamüstü bizim sokaktan birkaç araba geçerse, bu arabalı vapur yarım saat önce Üsküdar iskelesine yanaşmış ve babamız da birazdan evde olacak demekti.
1930’lardan başlayan 20 yıl içinde İstanbul’un en güzel devrini yaşadığı, o devirleri yaşayan herkes tarafından kabul edilmekte. İstanbul’un o zamanki hali, bütün sahili, Boğaziçi’nin her iki yakasını içine alacak şekilde; Kilyos’tan Florya’ya, Şile’den Kaynarca, Tuzla’ya kadar denize girilebilen, inci dizileri gibi her biri diğerinden çekici koyların güzellikte adeta birbiriyle yarıştığı bir şehirdi. Kıyılara serpilmiş gazino ve çay bahçeleri, küçük şeylerden bile çok haz alan insanlarla dolup taşardı.
Suadiye’nin arka yollarından Erenköy’e giderken en fazla iki katlı olan evlerin meyve ağaçları ve çiçeklerle dolu geniş bahçelerinden gelen gül, manolya, hanımeli, leylak gibi çiçek kokularının doldurduğu ılık bir esinti insanı adeta sarhoş ederdi.
O ağaçlardan toplanan dut, erik, armut, şeftaliler, çocukların mahalle arkadaşlıkları ve grup halinde oynadıkları pek çeşitli oyunlar, seyyar satıcılar, öğleden sonraları sokağa dökülen dondurmacılar, süslü faytonlar, en sessiz bir anda aniden beliren tren sesi, ortası asfaltlanmış olsa bile kenarlarda kalmış toprak adacıklardan fışkıran yabani otlar, çam ağaçlarından dökülmüş kozalakların içinde yenmeyi bekleyen fıstıklar gibi birbiriyle alakasız görünen her teferruat bu huzurlu tablonun bir parçasıydı.
Babamın inşa ettiği üç katlı bir villada geçiriyorduk yaz aylarını Göztepe’de; dört dönüm meyve bahçemiz vardı. Babam meyve ağaçlarını komşumuz Çetin Altan beyden almış ve kendi eliyle dikmişti. Hatta bahçemizde bir yüzme havuzu da vardı. Bütün gün sadece birkaç arabanın geçtiği sokakta oynardık. Tam bir mahalle hayatı yaşanırdı. Tek uyumsuzluk, bir alt sokaktaki yüksek duvarlı, demir parmaklıklı pencereleri olan ‘MİT’ köşkü idi. Bir başka gürültülü komşumuzsa aksi yöndeki sinagogdu. Duyulan sesler üzerine cumartesi sabahları mahallenin çocukları oraya gider seyrederdik. Camilerin sessizliğine karşı bu çok seslilik Musevilerin hep bir ağızdan dua etmelerindenmiş; çok sonra öğrendim bunu… Daha sonra niye bilmem Salacak’ta bir çatı katında da oturmuştuk bir ara; manzara muazzamdı. Kalamış değildi ama hemen yakındı.
Yok başka yerin lütfu ne yazdan ne de kıştan,
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan.
İşte tangolara ilham olan güzellikler bunlardı. 1960’larda çocukluğumun çok güzel bir kısmını yaşadığım Göztepe 2. Orta sokaktaki yukarıda bahsettiğim bahçeli evimiz ve Kısıklı’daki hala duran rahmetli amcamın evi ve bahçesindeki anılarım hala taptazedir. Pazar günleri babam bizi arabasıyla amcamlara Kısıklı’ya götürürken yolun çok ıssız olduğundan çekinirdi, çünkü yolda sadece Bulgurlu adında bir küçük köy ve yol üzerinde çeşme, cami ve hamam vardı, ve tabii bakkal… Bilahare bahçemizin etrafı yeni dikilen yüksek apartmanlarla sarılınca babam da evimizi satmış ve sonra halen mukim olduğumuz Vaniköy’e taşınmıştık.
Yeniden konumuzun odağı olan Necip Celal Andel’e dönecek olursak 1908-1957 yılları arasında yaşamış olan Andel müziğe kabiliyetli, meraklı pek çok insan gibi çok küçük yaşlarda müziğe yönelmiş, okuma yazma öğrenmeden amatör, iyi bir kanuncu olan babasından kanun çalmayı öğrenmiş. Necip Celal’in kemana ve klasik müziğe ilgisi küçük yaşlarda başladıysa da bu alanda gelişmesi Almanya’ya gittikten sonra olmuş. Almanya’da ne süre kaldığı tam olarak bilinmediği gibi oraya gidiş nedeni de tam belli değil. Değişik kaynaklara göre gözlerini tedavi ettirmek için gittiği söylenir. Zira o sıralarda ağabeyi İhsan Celal Bey Almanya’da staj yapmaktadır.
Necip Celal Almanya’da müzik dışında başka bir konuyla ilgilenmemiş. Keman çalışmalarının yanında eskiden beri aşina olduğu mandolini ilerletmiş, Stuttgart Fidelio mandolin kulübünde 1. mandolinci olmuştur. Necip Celal, ağabeyi İhsan Celal Bey ve eşi Leyla Hanım’la birlikte 1924te İstanbul’a dönmüş. İstanbul’a döndüğünde babası Mehmet Celalettin Bey müzik konusunun gittikçe ciddileştiğini görüp onu bu konudan uzaklaştırmaya gayret etmiş, kendisi gibi hukukçu olmasını istemiş. Ancak Necip Celal’in gönlünde yatan musiki İstanbul’a dönünce de devam etmiş ve yaşça aralarında pek fark olmayan, İstanbul Kız Lisesi öğretmenlerinden, Almanya eğitimli kemancı Tahir Sevenay’dan uzunca bir süre ders almış. Bu şekilde hayat boyu hayranlık beslediği Bach, Mozart ve Beethoven gibi bestecileri tanımış.
O zamanın pek çok değerli müzisyeni gibi Necip Celal de çok sesli batı müziği ile tek sesli Türk müziğinin ayrı ayrı değerlendirilmesine, aralarında tercih yapılmasına şiddetle karşı çıkmış. Zaten tabiatı da buna uygun değilmiş. Her iki müzik türünü öğrenmeye çocukluk yıllarında başlamış.
Necip Celal Andel’in Özel Hayatı ve Sosyal Yönleri
Görme engelinin genelde kişileri bir takım günlük ve sosyal faaliyetlerden alıkoyduğu bir gerçekse de Necip Celal’de başka bir tablo çıkıyor karşımıza. Kendi ifadesiyle plaja gitmekten fotoğraf çekmeye; danslı partilerde saatlerce dans etmekten araç sürücülüğüne; sergilere katılmaktan amatör şarkıcılara koro eğitimi vermeye; tarlada çalışmaktan ata binmeye kadar çok çeşitli merakları var. Bu meraklarının bazılarını, örneğin otomobil ya da motosiklet kullanmayı gerçekleştiremese bile direksiyonun başına geçmesi ya da motosikletin üstüne oturması, onun hayal dünyasını harekete geçirmeye, görme engelini adeta ‘görmezden’ gelerek bu işleri yapıyormuş gibi tatmin olmasına yeterli oluyormuş.
O zamanlar ülkemizde, özellikle büyük şehirlerde, giyim kuşam, sosyal yaşamın çok önemli unsurlarından biriydi. Şık giyinmek, bir özenti değil, medeni hayatın ayrılmaz bir parçasıydı. Giyim kuşamından davranışlarına kadar Necip Celal’i tam bir İstanbul Beyefendisi olarak görüyoruz.
Sabahları erken kalkar, meyve ağırlıklı bir kahvaltı eder, jimnastiğini yapar, hava müsaitse denize girer, öğleye kadar müzik aletlerini çalışır ve beste yaparmış.
Öğleden sonraları daima arkadaşlarıyla buluşur ve müzik faaliyetleriyle meşgul olurmuş. Çok iyi satranç ve tavla oynar, fırsat buldukça futbol maçlarını izler ya da radyodan dinler, elden geldiğince Türk ve Batı Müziği konserlerine gider, Belkıs Hanım ya da arkadaşlarına okuttuğu kitap ve gazeteleri dinlermiş.
O zamanlar bütün İstanbul, özellikle Marmara sahilleri plajlarla doluydu. Plaj olmayan yerlerde, yine denize girilebilen kayalıklarla çevrili koycuklar vardı. İnsanlarımızın akın akın gittikleri bu plajlar ve oralarda tabiatla iç içe geçirilen zamanlar, 1970’ten önce doğanların hatırlayacakları ama daha gençlerin hayal bile edemeyecekleri, hiç tatmadıkları bir zevk olarak, ‘yol yapma’ bahanesiyle hayatımızdan çıkartıldı.
Süreyya plajında hatırlarım, annemle teyzem örgü örerken bugün hala Migros otoparkında mevcut olan kubbenin altında biz de denize girerdik. Hele bazen küçük teyzemler bir şoförlü araba tutardı; Tuzla’ya giderdik. Yalancı dolmalar, soğuk köfteler ve daha evde hazırlanmış neler neler alınır, çoluk çocuk Belair Şevrole arabaya doluşulur, yola çıkılırdı. Bu hafta içi kadınlar gezmesi olurdu. Ankara asfaltı üzerindeki Erenköy tünelinden geçilince İstanbul’dan çıkılmış sayılırdı. Hatırlarım arabanın sürati saatte 80kmye ulaşırdı. Tuzla’da demiryolu geçidinin altından geçince, kimsenin olmadığı altın kumlu kumsallardan berrak bir denize girerdik…
İstanbul’da deniz o kadar berraktı ki, babam bizi sandal tutup Pavli Adası’na götürürdü de hep küpeşteye dayanır denizin dibini seyrederdik. Denizimiz ‘Güzel Marmara’ adı ile anılırdı. Yine Kumburgaz sahilleri öyle boştu ki, Londra asfaltı kenarına park eder denize girerdik. Marmara bir iç deniz olmasına rağmen o yıllarda güzelliği büyüleyiciydi. İzmit Körfez’e giderken Kirazlı Yalı’da da bir ara kalmıştık; havası ve doğası muhteşem bir yerdi. Erdek’te hala denize sıfır bir zeytinliğimiz var, izciler kullanıyordu…
Marmara denizinde kayalıklar, fenerler hariç benim bildiğim 14 ada vardır. Herhalde çok olduğundan bazı adalarımızın bugününe bakacak olursak; Tuzla Pavli Adası mendirekle birleştirildi, dere çıkışını hapsedip tersane ve gemi söküm de eklenince muazzam bir kirlilik kaynağı oldu, bir zamanlar Başbakanımızın vazgeçemediği sayfiyesi…
Sivri (Hayırsız) Adanın yarısını hafredip Haydarpaşa Mendireğini inşa etmişiz, Yassı Ada (Demokrasi Adası) imar edildi, İmralı mapus oldu… Velhasıl tüm Marmara denizi de bugün öldü, devletimiz kullandığımız suyun parasını yıllardır bir misli olarak tahsil etmesine rağmen yönetmeliğe uygun su arıtmadığı için…
Herhalde adaların çok bulunan bir coğrafi oluşum olduğunu düşündüğümüzden kolayca harcıyoruz.
Necip Bey’e gelince neyse ki ben gibi tüm bunları görmeden, her fani gibi ama ne yazık ki karaciğer kanserine yakalanmış, hastalığının ağırlaşması üzerine kaldırıldığı Haseki Hastanesi’nde dost ve hayranları onu yalnız bırakmamış; Cemal Reşit Rey’den Hulusi Öktem’e, Şecaattin Tanyerli’den Necdet Koyutürk’e kadar…
Tam bu noktada Necip Celal Andel’in, güftesi Necdet Rüştü’ye ait olan Mazi adlı ünlü eserinden aşağıdaki dörtlüğü versem yeridir diyorum:
‘Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır’
Ve yazıma ‘Fenerbahçe Marşı’ başlığını atmama neden olan konu: Necip Celal Andel benim gibi Fenerbahçe’yi çok seviyormuş ve bu nedenle bir Fenerbahçe Marşı bestelemiş. Ancak ilgi görmediği için bu marş unutulmuş, bir köşede kalmış. Nereden öğrendim. 1990 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde Andel üzerine yazılmış bir dizi yazıdan. İlgili yazının fotoğrafını da ekte veriyorum. Belki hatırlatırsam birileri bu marşı saklandığı köşeden çıkarır ve ünlü bestecimizin gençlerle tanışmasına vesile olur. Ne dersiniz, olur mu, olur.”